Yazan: Sumru Tamer
Ama Yankı sel yatağını velveleye vermekte bir anlamda haklıydı. Dağınık hatıralar ve taşkınlar bu kanoya has bir şeydi ve artık görmezden gelinemez olmuştu. En azından nehir düzenli olmalıydı ona göre. Dördümüzün de birbirine olan mesafeleri birbirini tutmuyordu. Anılar yüzgeçlerini hepimizin görebileceği şekilde çıkarmıyordu su yüzüne. Başkası olsa suyun içine elini daldırıp dördümüzün de hikayesinin tamamına dair o gizemli hazineyi parça parça toplayabilirdi belki. Ama biz bunu yapmak, bir şeyleri yad etmek için fazla tükenmiştik. Sadece çok eski dostlardık. O kadar. Anılarımız bile avlamaya değmezdi. Sadece oltaları atıp beklemek istiyorduk, neresinden yakalarsak kafiydi, sırt sırta ve bir son olduğunu düşünmeden. Yine de kuşku, güvensizlik, terk edilme, unutulma, gücenme, öfke, kıskanma, hınç ve gölgeler suyun içinde köpüklenip duruyordu.
İki hafta daha geçmişti. Dün geceden beri yağmur tenteyi yorulmak bilmeden dövüyordu. Kanoyu derenin akıntısız bir kenarına çekip geniş gövdeli bir döngel ağacına sabitlemiştik. İçerisi dişlerimizin zangırtısı, tenteye sanki kazara çarpıp duran damlaların pıtırtısı ve yağmurda avlanan paçalıanadolu çakallarının çığlıklarıyla dolmuştu. Hepimiz sırılsıklam kıyafetlerimizin içinde titremekten bitap düşmüştük.
Erik ıslanıp kurutulmaktan yamuk yumuk olmuş defterine seyahat günlüğünü yazıyordu. Kalemini kağıda değdirdiği anlar nadirdi. İçinde uzun uzun bir bıçak dolandırıyor -enine ve dikine-, kanın pıhtılaşmasını bekledikten sonra ganimetinin arasından bir tılsım seçip ağır ağır yazıyordu. Tek üflemelik bir kelimeyle bir taşı yüzlerce metrelik bir yardan aşağı devirmeye bakardı hep. Saf suyla kendinden geçirdiklerini de çarpa çarpa taşın peşinden düşürmekti bütün derdi.
Mutlu ocakta çayı kaynatırken Yankı kanonun üzerine sabitlediğimiz ama şimdi üstünde biriken yağmurla ağırlaşıp çaydanlığa doğru çöken çadır brandasını yukarı itiyordu. Ben de çaydanlığın altındaki tüpü, yükselmeye çabalayan derenin çalkantıları ile sarsılan kanonun zemininde sabit tutmaya çalışıyordum.
Çaydanlıktaki su kaynamaya başlayıp aramızda yükselen buhar yoğunlaşınca cesaret bulup Mutlu’nun bakışlarına baktım. Ciddiyetli gözleri her dokunuşumda biraz daha kısılıyor; üzerimdeki ince, terli ve çıplak karnı, ahlayan dudakları aldığı zevkin gerilimine dayanamayıp her nefesinde benim dudaklarıma daha da yaklaşıyordu.
“Bardağı uzatır mısın?” dedi birden Mutlu buharın içinden, ciddiyetli bakışlarını çaydanlığın kapağından hiç ayırmadan.
Erik bu anı fark etti mi, diye ona baktım. Tamamen kendi dünyasında, metaforlarla kıran kırana bir mücadeledeydi. Belki de onların ötesine geçmeyi başarmak üzere olduğu o son raddedeydi. Hem fark etmiş olsa bile bir çığlığı nasıl yazabilirdi ki; ya da boğulmamı, çatırdamamı ve kırılmamı?
Biz de böyle devam etmiştik, olan ve yaşadığımız her şeye rağmen, verdiğimiz kayıplara rağmen. Dünyayla yaralanırken biz, etrafımızdaki ve aramızdaki su da bulanmıştı. Mahcup bir intihardı ilişkimiz, yaşatmaya çalışanların gücendiği. Asla eskisi gibi pak olamazdı. İştahla saldıran balıkların paniğiyle birbirimizin uzağına kulaç atmıştık zaman zaman. Biz mahcubiyetimizi bile birbirimizden sakınırken Erik çıplaklığından utanmadan bir dal uzatmıştı her birimize.
Titreklisinekler kalın sesli vızıltılarından oluşan korolarıyla saatlerdir bizi takip ediyorlardı. Günlerdir gece ve gündüzün her saniyesinde, her kelimemizin arasında, düşüncelerimizin etrafında gürleyerek bağıran derenin monoton sesini bastıran yeni bir ses olması hepimizi mutlu etmişti. Araya girip sürekli ton değiştiren beneklisemender sineklerinin notalarına uyacak şarkılar bulmaya çalışıyor, hiç nefes almadan farklı farklı şarkılar söylüyorduk bağırarak.
Bütün şarkıları hiç detone olmadan söylesem tekrar aşık olur muydu bana?
Bir mevsim daha devrilmişti, aynı suyun peşinde farklı coğrafyalardan geçerken. Buralarda bir yerde gizli bir dere kolu olmalıydı tahminlerimize göre, Samsun civarlarında olmalıydık ve bu saklı derecik bizi Şerefhisarlıgöl’e bağlamalıydı. Saklıdere’yi bulmak için girdiğimiz bütün dere kolları kamyonlarca moloz ve kumla doldurulup tıkanmıştı. Erik iki gündür başını haritalardan ve defterinden kaldırmamış, kürek çekip çıkmaza girdiğimiz her dereyi işaretliyor, Saklıdere’nin muhtemel yerlerini işaretleyip yanına notlar alıyordu.
Erik daha önce kimsenin hayal bile edemeyeceği büyüklükleri, boşlukları, mesafeleri, zaman algısını, dokuları, kokuları, hareketi dile döküyordu tevazuyla. Alışılmış kelimeler yetiyor muydu ona, olmayanı nasıl isimlendiriyordu ki? Notlarını çok sonra okuduğumda yerçekimi ve edebiyat üzerine düşündüğünü öğrendim. Biz küreklerle boğuşurken o da akıntı, Dünya’nın dönmesi, zaman ve bizim üzerimize düşünüyormuş. Yolculuğumuzu tekil ve münzevi bir müziğe dönüştürmekle uğraşıyormuş. Düzenbaz.
Sonraki günlerden birinde ıslak çoraplarımı sıkıp ayaklarımı yumuşak bir yosun topuna benzeyen serin kayanın üzerine uzatıp dinlendirdim. Mutlu, Yankı ve Erik karman çorman olmuş ipleri çözmeye çalışıyordu. Fırtınanın sesi uzaklaşırken alakarga sinekleri kuzeye doğru ilerleyerek bulutları kovalarcasına gaklayıp vızıldanıyorlardı. Aynı ses farklı coğrafyaları kat ederek bize geliyordu, hepimiz bir yankı gibi azalarak vaz mı geçiyorduk birbirimizden?
Ani bir kararla kanoda ayağa kalkıp bağıran nehrin üstündeki yosunlu taşların üzerinde sekerek zıplamaya başladım. Hiç ıslanmadan karşıdan karşıya geçebilirsem etkiler miydim onu? Kanoya atlayarak muzaffer bir şekilde geri geldiğimde Mutlu elindeki halatı yüzüme savurup vurdu. Suratına korkunun ve kaybetmişliğin gölgesiyle baktım, işbirliği yapıverdiği bu küçük kötülüğün çalkantılı ilişkimizin neresine tekabül ettiğini anlamaya çalıştım ama emin olduğum tek şey, benden nefret ediyor olduğuydu. Engellediği arzularının, hiç işlemediği cinayetlerin bütün gölgesini var gücüyle üstüme salmıştı hiç çekinmeden. Kalbim paramparça olmak üzere akıntıya kapılırken kendimi olabildiğince küçük katlayıp cebimin derinliklerine sakladım, sonra da bir kayanın dibine sıkıştırıp sonsuza kadar gömdüm.
Saklıdere’yi ararken dere önce bir çaya sonra da bir bataklığa dönüştü. Çünkü etraftaki ormanların hemen hepsi, muhtemelen eski madenler için kesilip yok edilmiş, yeraltı kaynakları dinamitlenmişti. Kanoyu bataklığın içinden iterek sazların arasına soktuk. Ayaklarımız mevsimlerdir ilk defa yere benzeyen bir şeye basıyordu ama o da batıyordu. Erik’in önümüzdeki son kalın sazları da kenara itmesiyle yılanboyun sinekleri renkler saçarak havalandı ve önümüze taze taze ve aheste aheste akan bir dere çıkıverdi. Sonunda Saklıdere’yi bulmuştuk.
Haftalar sonraydı, uyku tulumumda uyurken sabaha doğru sırtımda bir ürperti hissettim. Güneş tüm gücüyle yeryüzünü ısıtabilmek için bütün sıcaklığı son bir kez içine çekmeye başlamıştı. Bu saatlerde, tulumlarımızın içinde hepimiz titrerdik ve birbirimize yumularak zamanın geçmesini beklerdik. Sırtımdaki ürpertinin sebebini anlamak için daracık kanomuzda kimseyi rahatsız etmeden diğer yanıma dönünce Mutlu’nun yerinde olmadığını fark ettim.
Çoktan uyanmış, elinde çayı, donuk bir şekilde suya bakarak titriyordu. Ben de titrek bir sesle ‘‘Günaydın,’’ dedim ama sesim suyun bağırtısına karışıp Mutlu’ya ulaşmadı. Ayağım çaydanlığa çarpınca herkesi uyandırıp Mutlu’nun da dikkatini dağıtıverdim.
Daha sonra Yankı’dan öğrendim. Mutlu dalgınlığının sebebini Yankı’ya sarılırken şöyle anlatmıştı:
“Suya indikten bir süre sonra, Şanlıdemirbilek civarıydı, dereye felç inmişti sanki, hareketsizdi. Suyun altında garip bir şeyler gördüm: mezar taşları. Önce insan eliyle sonra da rüzgar ve suyla yontulmuşlardı. Dereye öylesine atılmışlar gibi. Üzerlerinde Türkçe olmayan yazılar vardı. Biraz okuyabildiğimi fark ettim. Sonra okumadım. Ve küreğe asıldım… Çünkü korktum.”
Eğer benimle konuşmuş olsaydı bana sadece derdi ki: ‘‘Bazen seninle aynı dereye baktığımızdan şüphe ediyorum.’’
Bu hepimiz için geçerliydi. Yüzleşmekten hep kaçınmıştık.
Bir mevsim daha geçiyordu. Gebze civarındaydık. Derenin suyunda makarnayı kaynatıp, çalkantılı tezgahımızda parmaklarımızı kesmemek için büyük bir dikkatle doğradığımız domates ve biberden arta kalanları akıntıya yolluyorduk ki ansızın uyku sersemi bir Anadolu parsı çıkıverdi kanyonun kıyısından. Biz mi rüya görüyorduk yoksa o mu bizi rüyasında görüyordu?
Kırılmış AVM tabelaları ve paramparça beyaz şezlonglar arasından ağır ağır yürüyerek tevazuyla bize baktı uzun süre. Sonra ‘‘Sizin aksinize ben zamanımı burada kaybetmek istiyorum,’’ dedi ve asilce uzaklaştı. Nedense bütün yolculuk boyunca bizi takip etmiş olduğunu düşündüm, başka canavarlar ve hayaletlerle beraber.
Günler sonraydı. Birkaç günde bir verdiğimiz tatil aralarından biriydi. İzmit’ten geçeli çok olmamıştı. Çamaşırlarımızı derede yıkayıp kanonun iki tarafına gerdiğimiz iplere asıyorduk. Birdenbire bembeyaz tüyleriyle göbeği suyun üzerinde kalmış ama bedeninin diğer bütün kısmı ters dönmüş şekilde suya batmış bir hayvan geçti yanımızdan. Bir martıydı muhtemelen. Yankı hemen martıyı kurtarmak için suya atıldı ama ellerine almaya çalışırken kuş parçalanmaya başladı. Mutlu ağlayarak: ‘‘Daha fazla dokunma,’’ diye haykırıyordu. Erik ise çoktan havayı suyu mahveden şirketlerden dem vurmaya başlamıştı. Benim sesim ise tıkanmıştı, ne diyeceğini bilemiyor, gırtlağımdan anlamsız hırıltılar çıkıyordu.
Ölüme doğru tepkiyi verebilsem beni yine severler miydi?
Erik bu olanları nasıl yazacaktı. Mutlu bir gün Yankı’ya bunu sormuş. Dilin imkanları nerede bitiyordu ve imkansızlıklar nerede başlıyordu? Yepyeni nehirleri keşfeden astronotlardık. Astronotlar kendileri dışında kimsenin göremeyeceği şeyleri, uzay nehrindeki günlük yaşantının şaşırtıcılıklarını, henüz bilmedikleri ve belki de asla bilemeyecekleri şeyleri nasıl dile getiriyorlardı, hepsi bir gün bizim gibi deliriyor muydu?
Üçüncü haftayı pazartesiye bağlayan bir sabahtı. O sabah Mutlu kendini dereye bıraktı ve gitti. Zamana karıştı.
Mutlu’nun benden ayrılacağını söylediği o ilk gece, veda niyetine ağlayarak sevişirken beni sakinleştirmek için “Bırak, bugün sadece bugünkü ölümü ölelim,” demişti. Sonra sanki içi rahatlamışçasına uyuyakalmıştı. Bense o gece bitmesin, diye uyumadan nöbet tutmuştum. Başka bir gün, başka bir ölümü ölmek istemiyordum.
Nöbetime yatağımın dayandığı duvarda asılı duran, Gustave Moreau’nun The Parca and the Angel of Death tablosunun kartpostalı eşlik etmişti. Kader tanrılarından biri, atı üstündeki Ölüm Meleği’ne eşlik ediyordu. Bir akarsu vadisinin üzerindeki kayalardan ilerliyorlardı, ne doğmayı ne de batmayı başaramayan tupturuncu bir güneşin sahnesinde. Sevgilisinin kaybı üzerine yaptığı bu tabloda renklerin en aşırılarını kullanmıştı fantastik romantisizmin prensi. Yatağımın yanında aşk ve ölüm hep bir arada yürüyordu. Kartpostalın arkasında falcımın bana zamanında söylediği sözler yazılıydı: “Mayanda mutsuzluk var.” Acaba falcı o gün günlüğüne bu gördüğü şeyi yazmış mıydı yoksa onun için önemsiz bir ayrıntı mı olmuştu benimle ilgili gördüğü bu hakikat?
Yosun sinekleri ıslanan kirpiklerime konuyorlardı. Tek istediğim şu lanet nehirlerden kurtulup bir denizin dibinde bağırmaktı. Yankı donmuş bir şekilde, bir Mutlu’dan boşalan yere bir de Erik’e bakıyordu nefretle.
Erik ise bir elinde şimdi kendi otobiyografisi olduğunu tahmin edebildiğim seyahat defterini, diğer elindeyse kaşiflik yaparken bütün Doğu’yu zevkle sikmiş lezbiyen bir yazar olan Annemarie Schwarzenbach‘ın otobiyografisi İran’da Ölüm’ü tutuyordu.
Mutlu bir anda kendini iptal edip bu hikayeden çıkmıştı. Mutlu gerçekten burada hiç olmuş muydu? Kimse farkında mıydı burada olduğunun, bu hikayede var mıydı, bu hikâye var mıydı?
Yankı yanıma yaklaşıp Erik’e duyduğu kızgınlığı sesinden akıtarak şöyle dedi: ‘‘Her otobiyografi bir kurgu değil mi? Anılarımızın ne kadarı gerçek, gerçekler ise anılarımıza ne kadar tutunabiliyor? Bu seyahatle ilgili yazmış olduğu her şeyden ve bu seyahatten nefret ediyorum.’’
Erik defterine birkaç not alıp yalnız başına küreklere asıldı. Ve Mutlu’nun sürüklenip yok olduğu yöne doğru kanomuz haftalarca, kaderiyle sürüklenmeye devam etti.
Kışa geldiğimizde mücevher sineklerinin vızıltısı artık sinirimi bozmaya başlamıştı.
Kısa bir süre sonra bütün gölleri, derecikleri, saklı çayları, akıntıları kanomuzla birleştirerek İstanbul’a varmıştık. Kendimi hemen yapayalnızca, İstanbul’daki evime attım ve nehir yolculuğumuzdan kalan her şeyi de çamaşır makinesine tıkıştırdım.
Yarın işe gitmek ve bir an önce uyumak üzere yatağıma uzanıp ne yaşadığımı düşünürken bir sivrisinek kondu üzerime.
Aniden, içimde kopamamış fırtınaların bütün kuvvetiyle onu duvarda ezerek öldürüverdim.
Son