Yazan: Sumru Tamer
“Şizo incelik saf suyla sarhoşluk”
Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin, Félix Guattari ve Gilles Deleuze
“İçimde bir yerlerde bir sinek öldürülüyor.”
Odalar ve Şehir, Zeliha Cenkçi
“Yazmak için pıhtılaşmasını umdum. Nehrin ve yaşadığımızı düşündüğüm şeylerin.
Şimdi küreyeceğim yapayalnız. Mevsimlerin akışıyla,
utanç ve korkunun çamuruna gömülmüş olayların akışını.”
Benekli Semender Sineği
Sevgililerime…
Boyası solmuş, hantal kanomuzu çakıllara sürterek ağır ağır suya itmemizin ve nehirde bir kağıt kesiği açmaya başlayışımızın üzerinden en az birkaç hafta geçmişti. Dere, milyar yıllık ama yine de aceleci akıntısını olgunca örtbas ediyor, pürüzsüz yüzü derindeki onca hiddetine hiç mahal vermiyordu. Bu dev şeffaf yılanın derisine yapışıp, vadinin üstündeki kaba ağaçların attığı tohumları maharetle toplayan xwek sineklerinin bıraktığı sonsuz, minik çemberler dışında yüzeyde hiçbir hareket yoktu. Bulanık, sarı aynanın derinliklerinden yüzeydeki yansısına kadar tek çıt çıkmıyordu. Bizse vadiden aşağı hızla iniyorduk.
Dinlenme sıramdan istifade, gün sonuna doğru ısıyı iyice emmiş güverteye yüzüstü uzanmıştım. Elimi kanonun kenarından suya daldırarak akan nehri avucumda topladığımı hayal ediyordum. Gölgem akıntıya direnmeye çalışıyormuş gibi titriyordu, hiç sesini çıkarmadan, suyun içinde.
Yankı aniden kulağıma fısıldadı:
“Ne dersin, bugün artık Yokdere’yi bulacak mıyız? Yani biliyorsun, Erik’e başından beri hiç güvenmedim. Ya yalancının biri, ya yine bir hikaye yaratma peşinde ya da kendini sihirbaz falan sanıyor. Sen ne düşünüyorsun?”
Yankı’ya cevap vermiş olmak için öylesine bir şeyler geveledim ve koluma yanaşan tiz sesli mücevhersineğini izlemeye daldım. Önce ince varoluşunu çaktırmamaya çalışarak dirseğimin etrafında döndü, sonra daha önceden tanışmış olup olmadığımızı sorar gibi kibarca elime yaklaştı ve sonunda nezaketen, eski zamanlardan bir çağrışım gibi ağırlığını tam da vermeden hafifçe gıdıklayarak parmağıma kondu.
Aslında tanışıyorduk, onu Erik’in duvarlarındaki çizimlerden tanımıştım. Geçen sene bu mevsimde Erik ‘çok önemli’ olduğunu söyleyerek beni, Yankı’yı ve Mutlu’yu evine çağırmıştı. Evinin her tarafı, mücevhersineği de dahil olmak üzere bana pek de tanıdık gelmeyen eğreti hayvan ve bitki tasvirleri içeren yağlı boya tablolarıyla; gerçek olması imkansız gibi görünen şelale, uçurum ve yarıntı eskizleriyle doluydu. Bütün resimlerde akan, duran, dalgalanan, damlayan ya da fışkıran sular vardı. Erik bir masaya boylu boyunca Türkiye’nin üst yarısını gösteren birbirinden farklı siyasi ve topografik su kaynağı ve yeraltı haritaları sermişti.
Bizi masanın etrafına toplayıp parmağının ucunu haritadan hiç kaldırmadan Ağrı’dan İstanbul’a kadar sağdan sola ilerleyerek, bir yerlerden başlayıp bir süre aktıktan sonra ansızın bitiverip ortadan yok olan nehir, dere ve çayların etrafında gezdirmişti. Şöyle mırıldanmıştı:
“Bu haritaların eksik olduğunu hepimiz biliyorduk ama unuttuk, neden?”
Sonra da sözlerinin akıntısıyla bizden ne büyük parçaların sürüklendiğini izlemek için gözlerini gözlerimizde gezdirmişti uzun uzun. Gözlerimi kaçırmak için yer tahtalarının üzerindeki çizgileri bakışlarımla takip etmiştim. Hepsi birleşip bütün evi saran bir izohipsler denizine, yalçın zirvelere, boyunlara, sırtlara, çığ kulvarlarına dönüşüyordu. Erik’e, etrafa Erik’in gözünden bakabilecek kadar yakındım sadece. Bize her zaman gözlerini vermişti. Kahramanca ve fedakarca. Neredeyse bir trajedinin ağır, kadife perdesini ölümüyle cömertçe açıp kapatan bir kahraman.
Erik’in ayrıntılı planını saatlerce dinledikten sonra evinden çıkıp da sarhoş sarhoş yürürken bulutlar ve rüzgar, yazın yağmurunu yüzümüze çarpıyordu. Yankı ve Mutlu ile kol kola girmiş, Çöken Sisin Unutuşuyla Buğulanmış Camlar Belirtisi Hayatımın’ı söylüyorduk bağırış çağırış.
Mutlu’nun ıslak saçları uçuşarak yüzüme sürtünüyordu hafif hafif.
Derken Yankı birkaç saniye sessiz kalıp ansızın parlamıştı: “Bir şeyi unuttuğumuzu da nereden çıkardı bu hergele durup dururken?! Hep aynı şeyi yapıp duruyor Erik, bıktım, her seferinde keyfimizi kaçırmayı başarıyor. Biz nereden bilebilirdik ki! Doğruysa bile sır olarak kalmasının bir sebebi vardır, huzursuzluk çıkartmak zorunda mı hep?!”
Yankı sözlerine bir karşılık bekleyerek bakıyordu ikimize de. Ben düşüncelerimi lokmalar haline getirmeye çalışıp da ağzımdan çıkaramadan, Mutlu teselli edercesine:
“Erik’i biliyorsun. Ne zaman bir denize dalsa avucunda hepimize birer hediyeyle döner. İstesek de istemesek de. Bu da öyle bir şey olsa gerek. Bence hepimiz için ilginç bir yolculuk olabilir,” dedi.
Erik gerçekten de yine aynısını yapmış, bütün eski arkadaşlarını üzerine katacak bir dalga çıkarıp getirmişti bu sefer ellerinde.
“Sokakta bulduğun tek bir puzzle parçası bütünün gizine, eldeki kayıp parçanın gücüne ve varlıkla eksikliğin yahut hakikatin kendisine dair nasıl bir çağrı yapıyorsa Erik de hikayesiyle bize böyle seslendi bence,” diye devam etmişti Mutlu.
Zamanın deliklerinden halihazırda damla damla sızan eski hatıralarım, Mutlu’nun sesinin deldiği yerden şiddetle aktı ve Mutlu kelimelerini sonlandırdığında bir sigara gibi acıyla sönüverdi hepsi. Yeniden bir olabilir miydik ki?
Ertesi yıl kendimizi, dördümüzün üzerinde yaşayabileceği şekilde tasarladığımız bu plastik kanodan devşirme, tahta güverteli salın içinde bulduk.
Erik; aşağı yukarı Ağrı, Dersim, Sivas, Zonguldak, Kocaeli, Gebze, İstanbul hattı boyunca kesintisiz akan ama resmi haritalarda tahrip edilmiş, bağlantı yerleri çizilmemiş ya da rotası saptırılmış bir dere sistemleri hattı olduğunu tahmin ettiğini anlatmıştı. Haritalarda ayrıymış gibi görünen akarsuların bazıları aslında derelerle, kanyonlarla, göllerle veya büyük nehirlerle birleşiyor olmalıydı eskizlerine göre. Biz de bu dev akıntı hattının tamamını kanomuzla geçecektik.
Kanomuzla zamanın üzerinde bir çizgi çiziyor olduğumuz sırada, günlerdir geçtiğimiz nehirlerin ortasındaki kayalara çarpıp böğüren sulara, sonsuz anaforlar oluşturan köpüklere, sürüklenen devasa dallara ve birbirimize baktığımızda her birimiz bambaşka şeyler düşünüyorduk. Kendimize özel dünyalarımıza tamamen dalıp boğulmaktan bizi alıkoyan tek şey, kulaklarımıza senfoniler fısıldayan sinekler ve Erik’in akıllıca yaptığı açıklamalardı. Küçücük kanonun üzerinde sırt sırta devrilmiş tanıdıkların en yabancıları, yabancıların en tanıdıkları idik. Birbirimizin kalabalık cenaze merasimleriydik. Ama bunlar bizim için önemli değildi çünkü hepimiz çok eski dostlardık.
Güneşle parlayan derenin köpüğü parmaklarımın arasından akarken mücevhersineğinin vızıltısı beni kuyruğuna takıp havada bir süre nazikçe dolaştırdıktan sonra rüyalara bırakıverdi. Rüyamda Mutlu’dan özür diliyordum. İlişkimizin yürümemesinin tek sebebi sanki birtakım hatalarmış ve birimiz diretmeyi bırakıp bunlar için günah çıkarırsa tekrar beraber olabilirmişiz gibi. Mutlu’ya: “Önemli değil, dert etme,” deyip aşkımıza yarım bıraktığımız yerden devam etmekten başka bir seçenek bırakmamak için, ondan sürekli ve binbir türlü şekilde özür diliyordum. Mutlu bana dönüp dedi ki: “Benim için ölüsün.”
Başım kanonun kenarından düşüp suratıma küçük bir dalga çarpınca uyandım. Derenin debisi ben uyurken artmıştı ve artık ismine yaraşacak şekilde bir nehir süratine kavuşmuştu. Küreğe geçme sıram gelmişti. Güvertede ısıttığım yerimi kendisine bırakırken Yankı şöyle dedi: ‘‘Biraz önce Yokdere’nin birleştiği yerden geçtik sonunda. Ama kaçırdığına üzülme çünkü bütün dere bir boruya hapsedilmisti yamaç boyunca. Boru dalgaışıklı midyeleriyle kaplanmış tamamen, al bak.’’ Kıvrımlı kabuğunun içinde sakince dinlenen midyeyi, benim için birkaç anıyı saklasın diye cebime attım. Mutlu’nun yanındaki küreğe geçerken ona ‘’Selam,’’ desem de derenin artan bağırışıyla sesim bin bir kesikle parçalandı. Mutlu kafasını sallayarak hiçbir şey anlamadığını ifade etti ve umursamazca küreğinin ucundaki sineğe bakmaya devam etti.
Bugün pek de kürek çekmiyorduk akıntı sayesinde. Yükselen sudan dolayı yalnız uçları görünen kayaları gözlememiz yeterliydi. Önceki gün ise canhıraş bir dereyle uğraşmıştık. Dere yıllarca karanlık dağların ücra köşelerinden kopup da erimiş, yaylalarda yalaklara bölüştürülüp ılınmış, yine de hızını alamayıp köyün eski taş köprüsüne çarpmıştı. Gençlik heyecanı artık bulanmışken aşağıdaki ilçe merkezinin beton kanalına sokulmadan biraz evvel, suyunun ince bir kısmını can havliyle köy mezarlığının az üzerindeki boyundan aşağı akıtmış; o boyun da tesadüfen yan vadiye çıkan bir boğaza varmıştı. Derenin bu kaçışı bir sır olarak kalmıştı. Ta ki biz ona bir isim verene kadar. İki gün boyunca o boğazdan aşağıya, bizim seslendiğimiz adıyla Canhıraşdere boyunca sert akıntılar ve anaforlar arasından kürek çekerek ilerleyip onun da Sanrılarca Deresi’ne bağlanmasını ummuştuk.
Kayalar karanlıktan görünmez oluncaya dek sessizce küreklerimizi suya batırıp çıkarmaya devam ettik. Henüz Sanrılarca’ya varamamıştık galiba. Kanoyu üç büyük kayanın çevreleyip akıntıdan koruduğu, eskigölge kurbağalarının çiftleşmeyi sevdiği bir kuytuya çektik. Geçici evimizi üç taraftan kayalara sabitledik. Kanomuzdan hiç inmiyorduk, kural buydu, zaten inmemize gerek de yoktu. Dere kenarlarındaki ormanlar, ay ışığını kolları ve elleriyle engelleyerek bölgelerine katiyen sokmuyorlardı. Bu yüzden derenin kenarları simsiyah bir boşluk, dere ise ay ve yıldızların ışığıyla parlayarak salınan gri bir ejderhaydı. Tencereyi kanonun kenarından suya daldırdım, Erik yiyecekleri akıntıda yıkadı, Yankı ocağı yakarken Mutlu da çakmak ve haritalar gibi tek tük eşyamızdan kuru kalması gerekenleri içine koyup özenle sakladığımız naylon torbayı karıştırdı. Bir saat sonra ocağın kenarına kurusun diye koyduğumuz eşyalarımızı yastık yapmış, kendi etrafında yavaşça dönen ve suyun içinde sürüklenen tahta parçalarının alt kısmına sürterek ninniler söylediği, sürmeli gece horlarının merakla gövdesine konup tekrar fırlayarak tıkırdattığı kano yatağımızda hep beraber uyuyorduk.
Bir mevsim geçti yola çıkalı. Bir sabah dubuk papağanlarının sesleriyle uyandık. Derenin nemi üzerimizde yoğunlaşmış, uyku tulumlarımıza örttüğümüz brandanın üstünde göller oluşmuştu. Muşambanın üzerinde dördümüzün birbirine sokulmuş vücutlarının mükemmel bir topografik haritası çıkmıştı. Suyu dışarı dökmeye çalışarak kalktık ama tabii ki her sabah olduğu gibi bu sabah da bunu tam olarak başaramadık ve birer birer homurdandık. Zaten bütün gün her yerimiz ve her şeyimiz ıslanacaktı aslında. Kuru kalan ve hareket etmeyen tek bir şey yoktu sabah kahvaltılarımızda.
Tahminlerimize göre Yontutepe civarında olmalıydık. Bodurkeşiş meşeleri derenin kenarlarındaki devasa kayaların üzerine teker teker tünemiş, palamutlarını suya yuvarlamaya hazır bekliyorlardı bin yıllardır. Hafifçe dikleşen vadide hızını alamayan su, bulduğu her taşın dibine tutunmaya çalışıp küçük anaforlar yaratıyordu. Ormanın suya fırlattığı dal, yaprak ve tohumlar; taşların dibinde sonsuz çemberler çizmeye başlıyorlardı. Kurtulamayıp dibe çökenler dereye çamursu rengini ve çürük kokusunu verirken diğerleri tarihin bir noktasında her nasılsa çemberi kırmaya, her nedense karar verip yolculuklarına devam ediyorlardı.
Geldiğimiz sel yatağında zaman dere kenarına takılmış, su anıları sürüklemiş, bazılarını da atıp savurmuştu. Ağaçlara takılmış araba lastikleri, bir tek terlik, çok çekmiş bir çanak anten, dallara sarılmış kaset bantları, eşantiyon bir koka kola oyuncağı -kutup ayısı şeklinde, sahte altın kaplama elma formunda bir küllük -üzerinde “en güzeline” yazılı.
Yankı dayanamayıp bağırdı: “Şu taşkın dereyi yakasından tutup bir güzel sarsmalı ki etrafını bir toplasın!”
Halbuki sorun derede miydi?
1. bölümün sonu