Yazan: Mertcan Karakuş
İçim coştukça şiir adını verdiğim (beyandır ama çok da esas olmayabilir) bir şeyler karaladığıma bakmayın, aslında şiirden pek anlamam. Ezberimde, şarkı sözüne dönüştürülmedilerse hiç şiir yoktur. Belki Pia’dan bir iki dize, Lady Lazarus’un yıllardır yanlış hatırladığım bir kıtası sıkışmıştır araya. Ama ‘‘Yağmur yağar akasyalar ıslanır,’’ bittabi. Şiirin sekiz göbek öteden şımarık Z kuşağı torunu rap müziğe bir türlü alışamadım. Yüksek sesle herhangi bir şey okumaktan -çocukluk travması: bayrak direği önü kürsüleri- hoşlanmam. Sesim de yoktur zaten. Ayrıca İlker’le muhabbetimizi Velvele’den takip edenler bu yazıyı bir tür ‘‘birbirimizi ağırlama’’ olarak yorumlayabilirler. Romanın ilk röportajını kendisiyle yapmıştık; çevirilerimin editörü, ilk podcast konukluğumun ev sahibidir aynı zamanda. Dolayısıyla tarafsız olmam asla söz konusu değil.
Hem tarafsız olamayacak hem de şiirden anlamayan birinin, arkadaşının şiir kitabı üzerine yazdığı yazıyı neden okuyalım, diye sorarsanız; biri dramatik ve çetrefilli, biri gullüm ve gıybetperver, iki sebep sunabilirim. Öncelikle İlker’in ilk şiir kitabı Beyefendiler’de açık yüreklilikle anlattığı ortada kalmış aşklar konusunda (bu artık net beyandır) hayli yetkinim. Şiirin ekseriya aşık olunduğunda ve o aşkın, karşılıklı ya da karşılıksız olmasından bağımsız olarak, ortada kaldığı durumlarda; bir haksızlık, bir eşitsizlik, bir olmamışlıkla karşılaşıp bunlar dert edinildiğinde yazıldığını düşünürsek pek de az bir şey değil bu. Genelde yazma eyleminin bir tür tek taraflı yüzleşme çabası olduğunu düşünüyorum. Şiirde ise bu çaba ertelenemez bir mecburiyetten kaynaklanıyor sanki. O mecburiyet yakanıza yapıştığında, ellerini gevşetmeden uyuyamıyorsunuz. Bu yüzden ‘‘en güzel şiirler uyuyamadığın günler yazılır ya,’’ diyor İlker. Yüzleşilecek her ne ise o arzuya teslim olup kalemi ele almak gerekiyor. Diğer sebepse şairin, kitabın başında
‘‘ellerimde kitabımla koşacaklar size
yoksa bu sen misin diye soracaklar eminim çok utanmazlar’’
dizeleriyle okuyanları davet ettiği oyunla ilgili. Bu eşleştirme oyunu için icraatın içinden tüyolar almak isterseniz okumaya devam etmenizi tavsiye ederim.
İlker her ne kadar ‘‘Bu kitap, bu Beyefendiler, bu efendiler suçlamalarla dolu,’’ dese de şiirleri kimseyi, belki yer yer kendinden başka, suçlamıyor aslında. Üç başlık altında aşklarıyla, kimisiyle uzun uzun, kimisiyle bir ateş almalık sürede yüzleşmeye, ortada bırakılmışlarını anlamlandırmaya çalışıyor. Bir ménage à trois girişimiyle açılıyor kitap. İlk bölüm Gülsuyu’ndaki şiirler bu ilişkiye ayrılmış. Bölümün açılışındaki
‘‘siz siz olun birbirine aşık bir çiftin
yatağında onların arasında kalmadan
gitmeyin bu hayattan.’’
tavsiyesine deneyimlerim yüzünden hiç katılmasam da (üç hem çok büyülü hem de çok tehlikeli bir sayıdır), yine deneyimlerim sebebiyle (lanet olası deneyimler) içimi yakıyor bu bölümdeki her şiir. İkinci bölüm Adamlar’sa adından da anlaşılacağı üzere tek tek, isim isim hevesleri, merakları, kırgınlıkları; kısacası her türlü yaşanmışlığı anlatıyor. Adımın bir versiyonunu taşıyan şiirdeki ‘‘güneşi susturan bir ada gecesi gibi gözlerin’’ dizesini her ne kadar üstüme alınmak istesem de baştaki oyun çağrısının devamını,
‘‘lütfen hayır deyin
her şey aramızda kalsın’’
dizelerini hatırlayarak üçüncü ve son bölüme geçiyorum.
Bu bölüm İlker’le aramızdaki muhabbette adları direkt hiç anılmasa da hep bir şekilde var olan o hayaletlere, zaman zaman sosyal medya gönderilerine ya da İlker’in şiirlerinde de isimleri geçen Türkçe pop şarkılarına yaptığımız yorumlarda, zaman zaman mesajlaşmalarımızda izleri hissedilen, o bir türlü unutulamayan en büyük aşka, en onulmaz kalp kırıklığına ayrılmış. Kitabın çıkış müjdesini almadan birkaç gün önce, bu sefer benim ‘‘the beyefendim’’ hakkında mesajlaşmıştık. Bu bölümü okurken oradan oraya savruluyorum. Kafama doluşan sorulardan şöyle bir potpuri yapmak gerekirse: Neden olmadı? Hadi olmadı, neden bitemedi? Neden ayrılığın üstünden bile on iki (sayıyla 12) yıl geçmesine rağmen hala Love is a Losing Game (bknz. Kendini gerçekleştiren kehanet) şarkısını dinleyemiyor, We’ll Meet Again’i ise hiç atlamıyorum? Neden köprüde göt tokuşturduğum adamlara bile hikayeler yazarken ona tek bir satır bile yazamıyorum? Neden, neden?! (Demet’in Şikayetim Var şarkısındaki melodiyle okuyun lütfen)
Kitabın son sayfasını kapatırken diğerlerine olmasa bile sondan bir önceki soruya bir cevap canlanıyor kafamda. Ben İlker kadar açık yüreklilikle yüzleşemedim bu durumla. Hem de hiç. Ortada kalmış aşklarıma hep bir sebep aradım. Onların öylece anlamlı olduğunu bir türlü kabul edemedim. Duygudan mantığa, acıdan bitmek bilmez matematik hesaplarına kaçtım hep. Üstüne üstlük İlker bu yüzleşmeyi dinamik ekolden bir psikiyatristin beton suratına karşı değil (ben o yöntemi denemiştim), kendine özgü lafını sakınmayan, duygularından kaçmayan, bir o kadar da ince esprili şiiriyle yapıyor. Açık yürekli şiirse üstten üstten bakan ‘‘gönül ADAMLARININ’’ domine ettiği şiir camiamızda hayli nadir görülen bir tür. Kitabın ilk başta davet ettiği oyunun çekiciliği, detektifçiliğin davetkarlığı yerini anlatılanların çarpıcılığına, kırılmış ama bir şekilde, bir seviyede iyileşmiş duyguların ilk zamandan eser kalmamış (!) sızısına bırakıyor.
Tevekkeli değil, Sezen’in beyefendiler’deki şiirlerde anılması. Ajda hiç yıkılmaz ama Sezen ‘‘yıkılıp, yıkılıp yeniden ayağa kalkmanın’’ temsilidir. Ağır kalp yaralarından sonra son atımlık kurşunuyla o yarayı şarkıya, kendince bir yüzleşmeye, iç dökmeye çevirir. Her ne kadar birkaç nesle aşkı zehir edip, sonra da ‘‘Aldatıldık,’’ diyerek işin içinden çıkmış olsa da ‘‘acıdan geçmeyen şarkıların biraz eksik’’ olduğunu da bilir. Yukarıda Amy’yi, Johnny Cash’i andığıma bakmayın, onlar ‘‘beyefendinin’’ tarafının şarkılarıydı. Haşmetmeaplarını hatırlarken ben de kendimi Sezen’e teslim ederim. Ama gidenin kim olduğunu ufak bir displacement manevrasıyla değiştirip Sarı Odalar’la kapatırım seansı. Yoksa çıkamam işin içinden.
Kitabı bitirir bitirmez İlker’e de yazdığım gibi şiirlerini okurken güldüm, düşündüm, mahvoldum. Ama yıkılsam da tıpkı İlker’in şiirleri gibi bir şekilde tekrar kalktığımı hatırladım. Kullandığım yöntemlerin akıl sağlığı kümesinin içinde olduğunu iddia etmeyeceğim, hele de İlker’in şiirleri kadar direkt, cesur ve güzel olduklarını asla. Ama şairin ‘‘diğer erkeklerden geri alıyorum dizelerimi’’ deklarasyonuna uyup yola devam etmek, o dizeleri diğerlerinden alıp hak edenlere ulaştırabilmek için kendimce çabalıyorum işte. Yazının sonuna kadar dedektifçilik oyunu için tüyo bekleyenlere ve kitaptaki isimlerin birebir gerçek olduğuna tüm yürekleriyle inananlara da ulu manitu Björk’ün kariyerinin başlarındayken kaydettiği bir videoda söylediklerini gönderiyorum: ‘‘Şairlerin size yalan söylemesine izin vermemelisiniz.’’