Yazan: Delal Şeker
Rüzgardan ve kayadan yeryüzünü doğuranlara,
Ah, canım anneciğim, oldum olası belinin ağrısından yakınır. Tanıdığım tüm kadınlar savaşlarda önce belinden yaralanır.
bel: İki dağ arasındaki alçak yer.
doğurulan çocuklar,
yer değiştiren evler,
taşınan eşyalar, el değiştiren umutlar,
büyütülen ağırlığınca adamlar,
koca koca kocalar,
mirasların tek varisleri abiler, dayılar, amcalar,
güzelliğinde payı olduğuna inanan tacizci hocalar, öğretmenler, müdürler, patronlar,
uzak kuzenler, bıyıklı komşular, hep ondan iyi bilen adam meslektaşlar,
yaşlı gövdesini kızına her yıkattığında çocukluğundan bir gül dalı koparan, yaşlandıkça çocuklaşan çok tanrılı babalar,
her gün marketten tüm evi, tüm mahalleyi, tüm yeryüzünü doyurmak için alınan kilolarca paketler,
poşetler dolusu sebzeler, patatesler, makarnalar, domates salçaları, elmalar…
Kime anlatacağını; nereye, hangi çekmeceye koyacağını bir türlü kestiremediğin, boyunu geçen, boylu poslu, ağırlığınca sırlar.
Ah, anneciğim, hepsi sırtında, hepsi katılaşmış, hepsinin yeri belli, rengi belli, yarası belli, hepsi şimdi göze, dişe gelen irili ufaklı kayalar.
Annem yaş aldıkça, o zarif kafkas omurgası, işte tüm bu bel yükleriyle
kendi kavisine eğildi.
Hep kayalardan.
Kendine dönen bir bakış gibi gövdesine kilitlendi.
Kamburunun hikayesi: önceleri komik, hatta şirin görünen küçük taşlardan biri,
beyaz çilli güzelliğine vuran bir gölge, günden güne,
sırtının en manzaralı yerine yerleşti, büyüdü, serpildi.
Ağrılı bir karanlık musallat oldu, dadandı
pamuk gövdesine.
kambur duruş: Bu şekil insanın ayakta dururken en az enerjiyi harcayarak dik durması için gereken omurga biçimidir.
Gölge büyüdükçe annemin ilk kızıl saçları döküldü,
çilek çillerinin yerini derin vadiler aldı,
sonra gözlerindeki ışık soldu.
Akrabalar telaşla pazardan koyu, ardını göstermeyen, namuslu karanlık perdeler aldılar.
Bazen kelimelerin iki anlamı vardır.
Bir gece mutfak tüpünün yanına eğilmiş, ağlarken buldum onu. Sırtındaki kayalara parmaklarıyla dokunmaya çalışıyor, erişemedikçe sinirlenip çığlıklar atarak yerine dönüyordu. Parmakları sökülmüş, vahşi bir hayvan gibi acının karanlık ülkesinde gücünü sınıyordu. Neden sonra çekmeceye uzandı. Uzun çatallar, salata kaşıkları, kepçelerle sırtındaki kayaların tepelerini bir bir saydı. Siyah, diz altı öğretmen eteğine diktiği küçük cebinden bir not defteri çıkardı. Notunda parantez açtı: ‘‘Bâ ve el sözcükleri birleşerek ‘bel’ olur. Bu ilk demektir; varlık dünyasından geldiğimiz ilk tohum, ilk ruh, ilk cevher, kendinden gelen…’’ Kapattı parantezi. Not defterini küçük cebine geri koydu. Sırtındaki kayalardan dökülen tuzları avucunda biriktirip bir kokladı, bir yaladı. Biraz huzur bulmuş gibi katlanıp bacaklarına, cenin pozisyonu aldı. Şeylerin ağır bir uğultunun içinde yüzerek hafiflediği o pembe, geçirgen oyuğa; yeryüzünde yerçekiminin olmadığı o tek sığınağa, rahme döndü, uyudu.
Anneciğim, hala güzel misin? Bükülmesini, ağırlaşmasını, maddenin faz değiştirmesini izledik yıllar boyu gövdende.
Güzellik kayboluyor
ama dönüştüğü şeyin heybeti bu yıkımı unutturmaya yetecek kadar güçlü, sen sakın üzülme! Güçlü kadın olacağım derken pehlivan olmamız değil artık mesele. Seni ezen kayaları, bizim için yaratılmamış dünyaları, o heybetli dağları aşacakken dağın kendisi mi oldun anneciğim?
Sen anneciğim. Kendi heybetinden habersiz, rüzgarlı bir manzara.
Seni görüyorum.
Bizim için yaratılmış dünyalarda, yamaçlarına kurduğum nice güzel sofralardayız,
doğmuş ve doğacak olanlarla.